Altın mı? Tuz mu?

Tuaregler: Mavi Adamlar başlıklı yazımın sonunda Peter L. Bernstein’in “Altının Gücü” adlı kitabında “Altın, Tuz ve Kutsal Şehir” başlıklı beşinci bölümde Afrika altınının çöl üzerinden kuzeye tuz karşılığında taşınmasını anlattığından, Tuareg adını kullanmasa da bu taşımayı yapan çöl insanlarının Tuaregler olması gerektiğinden bahsetmiştim. Samuel Bowles Microeconomics: Behavior, Institutions, and Evolution kitabında Tuareglerin Gana Krallığı’nın zengin altın kaynaklarını Büyük Sahra üzerinden Atlas Dağları’nın ötesine tuz ile değiş tokuş etmek için taşıdıklarını aktarmaktadır.

Bu kitabı altın üzerinden bir dünya tarihi okuması dikkate alabilirsiniz. Antik çağda altının konumunu, Kral Midas’ın dileğini, Anadolu topraklarında Ege’de altınla gelen zenginliğin ve madeni paranın öyküsünü, Bizans’ın altınlarının Afrika’daki kaynaklarını, Arap yükselişinde altının etkisini, ortaçağın karmaşasını, İtalyan şehirlerinin altınla yükselişini, Avrupa yayılmacılığının başlangıcını, yerel krizleri -Portekiz ve İspanya-, kapitalizmin yayılışını, Avustralya’ya ve Kaliforniya’ya altın akınları ve bölgenin iskana açılmasını, altın para standardı sistemini ve standardın yıkılarak ABD’nin yükselişini kitabın sayfalarını çevirirken sırasıyla okuyorsunuz.

Hz. Muhammed’in “Altın veya gümüş kaptan içen Cehennem ateşini içer” öğüdüne karşın, altın, halifeler ve toplum nezdinde hep muteber oldu. Binbir Gece Masalları bolca altından hediyelerden, altından süs eşyalarından bahseder. 11’inci yüzyılda Kahire’de altın, mücevher ve lüks tekstil ürünleri satılan binlerce dükkan vardı. Arapların muazzam düzeyde altın biriktirmeleri fetihler ve ticaretin sonucu olmuştur. Fetihlerle elde edilen ganimet ve madenler önemli birer altın kaynağı olsa da, fethin ticari etkisi ile Arap dünyası Bizans’ın ekonomik gücünü tüketmeyi başarmış, onlarla ticaret yapan tüm noktaları kendi hizmetlerine almışlardır. Hz. Muhammed’in ölümünün üzerinden elli yıl geçmeden Araplar kendi paraları Dinar’ı çıkarmışlardır. Bu para dönemin uluslararası para birimi bezant’ın yerini alarak tüm Arap toprakları ve Hristiyan Avrupa’da dolaşıma girmiştir.

Tüm bunlara ilave olarak Araplar, Afrika’nın kuzey kıyısını fethederek 1000 yıl önce Kartaca’nın servet biriktirmesini sağlayan bir altın kaynağıyla karşılaştılar. Araplar Batı Afrika altın madenlerine gerçekte hiç sahip olmadılar, ama ticari zekaları ile bu madenlerden yararlandılar. Fildişi Sahili’nden Nijerya’ya yaklaşık 1500 kilometrekarelik dev altın madenleri üzerinde birkaç yüzyıl boyunca “fiili satın alma tekeli” oluşturdular. Aynı zamanda “Altın Sahili” denilen bu bölgeden altın ticaretinin değerini de geçen köle ticareti de yapılıyordu.

Daha öncesinde Afrika’nın Akdeniz kıyılarını egemenliklerinde tutan Roma ve Bizans’ın temel motivasyonu askeri idi. Onların çölün gerisinde uzanan zenginliklerle hiçbir ilişkileri yoktu, ilgileri kıyılar ve limanlarla sınırlıydı. Arapların temel motivasyonu ise ticariydi. Bir Arap tüccar altın ülkesine giden ana kuzey-güney yolu üzerindeki Sicilmesa şehri için şöyle der: ”Tüccarlar değersiz mallarla gelirler ve develerine işlenmemiş altın yükleyip geri dönerler.” İçlere doğru egzotik adlı en ünlüsü Timbuktu olan Taghaza, Taodeni ve Gadames gibi şehirlere ulaşılıyordu.

Batı Afrika’nın altını eskiden beri bilinmekteydi. Heredot’un anlatımlarında bölgenin canlı bir tasviri vardır. Eski kata çizimleri ana ulaşım aracının öküzler olduğunu göstermektedir. Yıldızlar ise ana yol gösterici. Develerin bölgeye gelişi ise muhtemelen Roma lejyonları ile M.S. 100 civarında olmuştur. Bu tarihte Mısır’dan gelen develeri beş asır önce Persler bu coğrafyaya taşımıştı. Ulaşımdaki bu devrimsel araçla çok uzun mesafe yolculuk mümkün olabilecekti. Öküzlerle develerin susuz kalma süreleri benzer olsa da (yaklaşık on gün) develer genelde bir öküzden üç kat daha fazla yük taşıyıp, günde iki katı yol yapabilirler. Batının ulaşım devriminin sembolü tekerin işe yaramadığı çölde develer temel ulaşım aracı olmuştur. Develerin ticaretin potansiyel hacmi üzerindeki etkisi devrim niteliğindeydi.

Heredot Afrika’nın bazı bölgelerinde bugün bile devam eden “sessiz takas”tan bahseder. Kartacalılar ticaret mallarını sahile bırakır ve gemilerine dönüp malın yerini göstermek için büyük bir duman çıkarırlar. Yerliler gelip malları alır ve yerine altın bırakırlar. Kartacalılar tekrar gelip altını alırlar memnun kalmışlarsa giderler, kalmamışlarsa gemilerine dönüp beklerlerdi.

Araplar 750 yılı civarında daha güneydeki altınları elde etmek için akınlar yaptılar. Ancak tam bir başarısızlığa uğradılar. O tarihten sonra da altını fetihler yoluyla değil, ticaretle elde etmeyi sürdürdüler.

Orta Çağ’daki Arap ve Avrupalı tüccarlar, Afrikalılara, altın karşılığında, onların altından daha değerli gördükleri muhtelif mallar, gümüş ve bakır sikkeler önerseler de an çok talep gören ürün tuzdu. Bölge, dünyadaki tuz kaynaklarından uzakta bulunan nadir yerlerden birisi idi. Önemli tuz kaynakları 1000 mil kuzeydeydi ve buralarda çoğu siyahi köle ağır koşullarda çalışıyordu. Tuzun büyük bölümü güneye develerle taşınıyordu. Tuz o kadar önemliydi ki, çoğu işlemde bir ons altın bir ons tuzla değiştiriliyordu. Sudan’ın ticaretinin olduğu kadar iç ticaretinin esasını da tuz oluşturmaktaydı. Tersinden bakıldığında altının güneyden kuzeye getirilmesi de en az o kadar karlı idi. Zira tuz iç piyasada en az altın kadar değerliydi.

Dilsiz takas uygulaması, altın sahalarının elverişsiz coğrafyası ve yerlilerin sır saklama yetenekleri nedeniyle, Avrupalılar ve Araplar yüzyıllar boyunca Afrika altın kaynaklarını bulamadılar. 15’inci yüzyılda Avrupalılar altın çıkarılan bölgeleri Guinea (İngilizler için Ginney) şeklinde çağırmaya başlamışlardır. 1481’de Portekizliler kralları için Papa’dan “Guinea Lordu” unvanını almışlardır.

Altın elde etmek uğruna zahmet çeken, fakat tuzsuzluktan ölen Afrikalıların gözünde tuz standardı, altın standardının dünyanın başka her yerindeki gelişmiş uygarlıklar için ifade ettiğinden çok daha güçlü ve kalıcı bir kuvvetti.

Tanıtım Bülteninden

Peter L. Bernstein Altının Gücü´nde insanlık tarihinin en müthiş saplantılarından birini, altın tutkusunu anlatıyor. Altının tarihin bilinen en eski çağlarından bu yana hem ilham kaynağı hem de yıkıcı bir güç olageldiğini; en güzel sanat eserlerini süslediğini, olağanüstü acımasızlıklara neden olduğunu, ekonomileri yıpratıp parçalara ayırdığını, kralların ve hükümdarların kaderlerini belirlediğini, en mağrur sahiplerini trajik sonlara sürüklediğini hepimiz biliyoruz. Bütün bu insanlar altına sahip olduğunu düşünüyordu, oysa gerçekte altın onlara sahip olmuştu. Altının Gücü buydu.

Tanrılara Karşın´ın yazarı Bersntein, Altının Gücü´nde bu kez bizleri Yason´un Altın pöstekisiyle başlayan, Midas´tan Hz. Musa´ya, Kolomb´dan İnka İmparatoruna, California´daki altına hücum furyasından bugünün modern finans dünyasına kadar uzanan muazzam bir yolculuğa çıkarıyor.

Romantik efsanelerden çok, cüretkar araştırmalara dayanan, para ve iktidar mücadelelerinin tarihine eğilen Bersntein sonuç olarak altının gerçek önemi ve değerinin insan ruhunda uyandırmaya devam ettiği sonsuz ihtirastan kaynaklandığını ve bunun kendimizle ilgili gerçekleri ortaya çıkardığını öne sürüyor.

buyuk_altinin_gucu

Künye:

  • Yazar: Peter L. Bernstein
  • Yayınevi: Scala Yayıncılık
  • Çevirmen: Levent Konyar
  • Tam Adı: Altının Gücü, Bir Tutkunun Olağanüstü Tarihi
  • Sayfa Sayısı: 308
  • Liste Fiyatı: 35 TL

Yayınevi Linki:

http://scalakitapci.com/kitaplar/ekonomi/finans/altinin-gucu-bir-tutkunun-olaganustu-tarihi.html