İki ayaklıyı insan yapan şey?

Sessiz Ev büyükannenin tek başına sessizlikte kaldığında yaptığı içsel sorgulaması ile son bulur: “Hayata, o bir seferlik araba yolculuğuna bitince yeniden başlayamazsın, ama elinde bir kitap varsa, ne kadar karışık ve anlaşılmaz olursa olsun, o kitap, bittiği zaman, anlaşılmaz olan şeyi ve hayatı yeniden anlayabilmek için istersen başa dönüp biten kitabı yeniden okuyabilirsin, değil mi Fatma?”

Roman sanki son cümleleri için yazılmış gibidir. Bu aynı zamanda romanın merkezinin sözlü ifadesidir. Roman başka hayatlara yelken açabilmenin aracıdır. Sınırlı hayat süresince daha çok yaşam tecrübesi edinmenin en nadide yoludur roman okumak.

İki ayaklıyı insan yapan şey, başkasının acısını farkedebilmek, anlamaktır, hüzündür. Roman okumaktır, dünyadaki tüm acıları yaşamadan tadabilmenin, empati kurmanın yolu. Adalet Ağaoğlu’nun yaşadığı trafik kazası için yaptığı yorumda Feyza Hepçilingirler “roman okusaydı kazaya sebebiyet veren kişi o kadar hızlı gitmezdi” diyor. Freud “Çocuk genellikle kıyıcılığa yatkındır, çünkü acıma nispeten daha geç geliştiğinden, üstünlük kurma dürtüsü başkasının acısı karşısında henüz durmamıştır.” Başkasının acısını farkedemeyen iki ayaklı büyüyememiştir.

Modern insanın toplumsal belleği an düzeyine düşmüştür. Sosyal medya ile beslenen sadece güne odaklanmış, dünü tamamen unutmuş bir insandır. Başkalarının acıları ise sadece bir görüntüdür onun için. Uzakta, hissedilmeyen bir ekranda anlık bir durumdur. Yönetenler için yönetilmesi gereken kamuoyu yoktur aslında, planlar kurulup manipülasyonlar yapılmasına bile gerek yoktur. Zira olan biten her şey o anda olup bitmektedir. Yarına kalan bir şey yoktur. 1984’deki geçmiş haberleri yeniden düzenleyecek bir merkeze de ihtiyaç yoktur. Dün ki haber zaten dün de kalmıştır. Dün yoktur. Borges’in kemikleri sızlasın. Artık yarın da yoktur, çocuklarının yaşayacağı günleri de düşünmez bugünün insanı. Kolu kırılsa tedavi etmeyen doktoru dövebilir, ama çocuğunun nitelikli eğitim almaması konuşmaya bile değer bir konu değildir. Ram bellek’te yaşıyoruz.

Edebiyat, başkasının acısını hep ele alır. Kar’da bu noktaya değinir Orhan Pamuk: “Belki de hikâyemizin kalbine geldik. Başkasının acısını, aşkını anlamak ne kadar mümkündür? Bizden daha derin acılar, yokluklar, eziklikler içinde yaşayanları ne kadar anlayabiliriz?” Aynı romanın başka bir yerinde konu aynıdır: “Başkalarının üzülmesinden, mutsuz olmasından, bu kötülükler kendi mutluluklarını zedeler diye bencilce korkan aşırı mutlu çiftler gibi bir anda kendilerini yalnız her şeyin yoluna gireceğine inandırmakla kalmadılar, kendi mutlulukları gölgelenmesin diye çekilen onca acıyı ve dökülen kanı da hemen unutmaya hazır olduklarını utanmasızca hissettiler.”

Kendi mutluluğun gölgelenmesin diye başkalarının acılarını unutursun. Buna da değinilir Kar‘da: “Yerimizden kıpırdar, dikkati çekersek, kötülüğün bizi de bulacağından korktuğumuz için olup bitenleri hiç ses çıkarmadan seyrediyorduk!” Kendi yarattığımız gerçekliğin sefaletinde (Coetzee) ortaklaşa köleliğimizle (Camus) yaşamayı yeğleriz. “Eğer insan yüreği bir başkasının acısı karşısında ilgisiz kalabiliyorsa, her şeyi bitmiş demektir. (Istrati)